Varlıkta Yokluk Yaşamak
- Nur Tuba Yaşa
- 17 Kas 2017
- 3 dakikada okunur
Varlıkta Yokluk Yaşamak
Çay içmeyi her halde sevmeyenimiz yoktur. Varsa da idare edin kardeşlerim zira mevzu derin…
Malum, kırmızı kitaplarla hemhal olanlar çaysız yapamazlar. Heleki benim gibi doğduğu gün çayla tanışan biri için çaysız bir okuma olmayacağı gibi, çaysız bir muhabbet ve blog yazısıda olamazdı. İçimden çaya dair muhabbetimi yazmak geçse de bunu yapmayacağım tabî ki. Ama konu döner dolaşır yine çaya bağlanır, şimdi dolduralım bardaklarımızı ve başlayalım esas meselemize.
İslami bilgileri almaya başladığımız çok küçük yaşlardan itibaren bize öğretilen öncelikli konular vardır. Besmele, Kelime-i Şehadet, Kelime-i Tevhid, İslam’ın ve İman’ın Şartları gibi. Bunlar mutlaka bir ezberletilir. Namaz’dan en evvel bu konulara girilir. Ezber bittikten sonra ise okul ya da Kurs dönemi kapanmamışsa diğer derslere geçilir. Ancak Kur’an Kursundan tecrübe ettiğim bir gerçektir ki: Öğrenciler yazın ezberlerde ve okumalarda gayet başarılı iken, ertesi sene geldiklerinde maalesef sıfırlanmış bir halde gelirlerdi. Bu hadise ebeveynlerce: “Okul vardı ablası, o yüzden unuttu çocuk ne yapsın?” denmesi kadar olağan bir hal almış; ancak gelecek nazarıyla baktığında Eyyvaahhh! dedirten bir gerçekti. İslam’ın temeli olan bu konular nasıl bu kadar basit bir cümle ile ötelenebilirdi ki?
Sonrası mı?… Malumumuzdur ki Rabbini hakkıyla bilmeyen bir nesil ve ateizme yelken açmış bilinçsiz ve taklidi gençlik…
Oysa iman ettik diyerek çıkmıştık yola. İman’ın Şartlarını tasdik ettim demiştik ta Kalu Bela’da. Ama ezberde bildiğimiz ve ekseriyetle unuttuğumuz iman esaslarına olan taklidi yaşantımız, bir zaman sonra bunları sorgulamaya kadar götürecekti bizi: Allah’a, Meleklere, Peygamberlere, Kitaplara, Ahirete, Kader ve Kaza’ya iman.
“Görmediğim şey’e inanmam!” demekle başlayacaktı uçuruma sürüklenişimiz. Önce Rabbini inkar ettiyse, zaten diğerlerini konuşmayacaktık bile. Birde şu vardı tabii: “Allah’a iman ettim tamam da şu Melekler konusu baya aklımı karıştırıyor, hani nerdeler?”Farkında olmadan İman’dan küfre giden kapıyı açacaktı bu cümle ile. Hem de hiç araştırmadan ya da sağdan soldan birkaç hocadan duyduğu bilgilerle meselenin alimi kesilecekti çoktan… Melekleri inkar etmesiyle, peygamberlere gelen vahyi ve indirilen ayetleri yalanlamaya gidecekti bir süre sonra. Akabinde ise diğer rük’unlarda (haşa!) Yalan olacaktı gözünde. Çünkü görmüyordu, görmeliydi var iseler! Tıpkı Mekkeli müşriklerin Resulullah’tan “Safa tepesini altın yapta görelim nübüvvetini” demeleri gibi dikeceklerdi burunlarını havaya.
Melekleri inkar etmek öyle bir meseleydi ki Varlığın metafizik boyutuna bakan tüm alemleri de yok saymaktı. Ruhları, cinleri, ahireti ve sair.
Ne diyordu Bediüzzaman Hz. “Adem-i Rü’yet, adem-i vücuda delalet etmez. Görünmemek, olmamağa hüccet olamaz.” Yani bir şeyi görmemek var olmadığına delalet etmez. Görmüyor olmamız, olmadıklarını göstermez. Buradan şunu anlıyorduk aslında. Biz daha kendimizi yani insanı
keşfedememiştik. Çok şeyden evvel kendimizi okumayı öğrenebilseydik. Bu cümledeki derinliğe kör kalmaz ve “görmediğime inanmam” sözlerine saplanıp kalmazdık.
Evet, kendimizi tanımaktan bahsettim. Ne diyordu Yunus Emre: “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir…” Öyleyse önce bir kendimizi bilelim. İnsan’ın cihazatlarına yani donanımlarına kısaca bir göz atalım:
Gözlerimiz 1mm’in yalnızca 1/5’i kadar küçüklükteki cisimleri görebilir. Durum böyleyken bizim 1 mm’in 1/5’inden küçük ya da büyük cisimler yoktur deyip inkar etmemiz mi gerekir? Oysa mikroskopla görülecek kadar küçük boyutta canlılarda var. Ya da bir çok hayvan kendi cinsine göre farklı uzaklıktaki cisimleri seçebiliyor. Bir kartal 2 km uzaklıktaki bir kuşu çok net görebilirken bizim bunu görmemiz imkansızdır. Öyleyse görmememiz inkara sebep olamaz.
İnsan gözü 0.4 ila 0.7 arasında titreşime sahip ışınları seçebilmektedir. Göz retinasındaki sinirler bu aralıklara duyarlıyken haricini seçemez. Öyleyse inkar mı edeceğiz; gama, mor ötesi, kızıl ötesi ve diğer ışınları?
Kulaklarımız ise 20 hertz ila 20.000 hertz arası sesleri duyabilir. Öyleyse bu aralıklar haricinde gerçekleşen sesleri yok mu sayacağız? Mesela en hassas duyma aralığına sahip Karınca ve tavşan’ı duymamakla mı itham edeceğiz? Ya da Dünya’nın dönerken çıkardığı sesi duymuyor olmamız, ses çıkarmadığına mı delildir? Oysa bu inkar son yıllarda kanıtlanmış bir şeydir. Düşünsene bu sesi duyduğumuzu kulaklarımız sağır olarak doğabilirdik.
Bu örnekler görmediğimiz ya da duyamadığımız bir şeyin olmadığına delil getiremeyeceğimizin ispatı için birkaç numuneydi.
Gelelim mesele’nin özüne: Ben sadece “Görmüyorum o halde (haşa) Allah, Melekler, Ruhlar, Cinler ve sair yoktur” kafasında olanlara cevap vermek istedim. Ancak unutma ki tek bir iman esasına dair, en ufak bir şüpheli durumun, inkara gidiş yolunda biletin olacaktır.
Hazır çay bardağının dibini görmüşken eklemek istedim: Teşbihte hata yoktur: Nasıl ki çayı yapmak için dem, su ve ateş olmazsa olmazdır. Biri olmasa çay olamaz. İşte aynen öyle de bir iman esasını inkar etsen İman’ın olmaz. Hepsi bir ve birbirinden ayrılmazdır.
Ve hayatının son sahnesinde, yine görmediğin için inanmadığın; ama hastalandığında en kaliteli ruh hastalıkları doktorunu aradığın ruhun çekildiğinde anlayacaksın: Bazen gördüğünden çok daha fazlasıdır hayat…
“İşte siz böylesiniz. Haydi biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Al-i İmran Suresi 66.Ayet Meali)
Comentarios