top of page

Bir Gün Yürüyecektim, Değnekle veya Değneksiz

  • Nur Tuba Yaşa
  • 28 Ara 2017
  • 4 dakikada okunur

Bir Gün Yürüyecektim, Değnekle veya Değneksiz

Lise yıllarımdı. Büyük bir trafik kazası atlatmıştım. Bir taraftan hastaneden çıkmak için gün sayıyor diğer taraftan yatağımın baş köşesine bırakılmış koltuk değneklerine bakıp iç geçiriyordum. Evet, bir gün yürüyecektim ama değnekle ama değneksiz…

Bu düşünceler içimi kemirirken, İlaçlarımın da ağırlığıyla uykuya dalmışım, refakatçim olan annem kısa bir süre için eve gitmişti. Uyandığımda yatağımın başında kırmızı güller görmüş, heyecanlanmış ve etrafa bakmaya başlamıştım. Acaba o gülleri kim getirmişti? Uzun süre bir hemşirenin gelmesini bekledim yanıma.. Malum kimin getirdiğini öğrenmeliydim. Daha sonra gülleri sınıf arkadaşlarımın getirdiğini öğrendim. Öğrendim öğrenmesine de, o gülleri yaratanı ve beni böyle zorlu bir imtihanla baş başa bırakanı düşünememiştim… Bir gülü getirene saplanıp kalmıştım saatlerce, ama o gülü yaratanı hiç öylesine merak etmemiştim!

Derken kapıda biri göründü, kazada bana çarpan aracın sahibi… Genç bir ağabeydi, öğretmen olduğunu söyledi. Yanında birkaç kitap getirmiş, mutlaka okumam gerektiğini belirtip gitmişti. Kitapları okurken kalbimde hiç duymadığım hisler uyanmış ve sorular gelmişti aklıma ardı ardına… Bu beden benim değildi, acizdim, yürüyemiyordum. Bir ruh üflenmişti bedenime, sonra ise bir imtihan yurduna atılmıştım teklifsizce… Peki, benden ne isteniyordu? Bu sorunun cevabını yıllarca bildiğimi sandım… Hani Hz. Ömer’in bir sözü vardır: “Dininizi iyi öğrenin yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz.” diye. İşte aynen öyle, yıllarca yaşadığımı din sanmıştım. Ta ki görünürde daha az hasarlı, ama kalpte derin imtihanlarla baş başa kalıncaya dek…

Kendime gelmiştim artık, bir nevi yeniden doğmuş gibiydim. Bilmediğim bir aleme, bilmediğim bir şehre savrulmuştum sanki… Evet, hissettiklerim tam olarak buydu, yılların şaşkınlığından ve gafletinden sonra tabii. Dünya denilen bir saraya misafirdim, ama sarayın sahibini de artık o gülü getiren kadar merak ediyordum. Madem misafirdim ve madem kainat bir kitaptı; öyleyse nasıl okumam gerektiğini bana öğreten bir öğretmen ve ağırlayacak bir sultan olmalıydı. Hani diyor ya Bediüzzaman: “Anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa, manasız bir kağıttan ibaret kalır”(1) diye. İşte, manayı arıyordum artık. Sadece gülü koklamıyor güldeki san’atı görüyor ve san’atkârını arıyordum. Felsefenin ve türlü fikir akımlarının etkisine ister istemez kapılmıştım, kapılmıştık belki de… Çünkü akıl bir rehber olmadan ilahi vahyi idrak edemezdi kendi haliyle…

Şimdi bir örnekle daha somut hale getirelim manayı: Varsayalım ki büyük ve zengin bir iş adamının malikanesine misafir edildik. Daha kapısından girdiğimiz anda dilimiz tutuldu bahçesindeki güzelliklere… Ama bizi içeriye alacak ağırlayacak bir yaveri olmalıydı ve göründü kapıda… “Buyurun, bu malikane sahibi beni, sizlere rehberlik etmem ve ağırlamam için

görevlendirdi. Burada bir süre misafir olacaksınız. Misafirlik süresince ne yapmanız gerektiğini gösteren bir kitap olacak. Bu kitabı size uygulamalı anlatacağım. Daha sonra her biriniz görev yerlerinize gönderilecek ve çalıştırılacaksınız. Gayretinize göre bir ücret tahsis edilecek, fakat bu ücreti belli bir zaman sonra alacaksınız” Malikaneye girdik ve her bir odasını gezdikçe hayranlığımız bin kat daha arttı. İnanılmaz bir zenginlik, koşturan hizmetkarlar, çeşit çeşit nimetlerle bezenmiş bir sofra, rengarenk giyecekler, balkonundan baktığımızda tarifsiz bir manzara ve bahçesinde türlü cinsten meyve ağaçları… Hepsi misafirlik süresince emrimize âmâde… Ama malikanenin kendine has adabı ve kuralları var. Bunun içinse bir kitap ve rehber var başımızda… Eğer o rehbere uyarsak işimizi gayet güzel bir şekilde öğreneceğiz, ama dikkatli dinlemez ve umursamazsak yapılacak imtihanı geçemeyecek ve istemediğimiz şartlara ve ücrete tabi tutulacağız. Hepsinden öte, yapılan ağırlamaya karşı nankörlük edip, malikane sahibini gücendireceğiz.

Şimdi bu malikaneyi Dünya, sahibini Allah, yaverini Efendimiz (aleyhisselatu vesselam) olarak düşünüp yeniden canlandıralım aklımızda… Ev sahibi olan Rabbimiz türlü lezzetler, hiçbir teknolojinin yetişemeyeceği varlıklar, hiçbir fennin tam manasıyla idrak edemeyeceği hakikatler ve emrimize âmâde kılınmış sofralar, bahçeler yaratmış. Peki “Ne istiyor kainat sahibi bizden?” , “Baş ucumuza bırakılan ya da kapıya bırakılan bir gül demetinin sahibi kimdir?”, “Acaba ne maksatla buraya konuldu?” ya da “Benden bir isteği mi var?” gibi türlü sorular aklımızı kurcalar da, neden “Bu kadar nimeti veren Yaratıcı, bizden ne istiyor?” diye sormayız hayret doğrusu… Bir resim sergisine gittiğimizde canlı alemini resmeden ressamın tablosundaki çizgileri saatlerce konuşuruz ama o tabloya çizilen canlının yaratılışına bu kadar kafa patlatmayız. Tablo sahibi mükemmel bir şekilde ağırlar güler yüz gösterir, hürmet eder ama aynı zamanda aynı şekilde bir karşılık bekler. Tebrik edilmek, saygı görmek, anlaşılmak ister. Kainatta gerçek suretlerini gördüğümüz onlarca resmin sahibi de bizden bunu beklemez mi?

Devasa işleyişi görerek “Ne kadar da güzel yaratılmış!” diyerek seyreylememizi

kudretini görerek hayranlıkla “SübhanAllah” deyip isimlerinin tecellilerini görmemizi, “Allahu Ekber” diyerek aczimizi ve fakirliğimizi kabul ve büyüklüğünü tasdik etmemizi beklemez mi?

Öyle bir hale gelmişiz ki

bu kadar harikaya karşı bile şaşkınlığımız sükut etmiş.

Hepsi olması gereken bir şeymiş gibi dünya işlerimizin ardında tozlanmaya bırakılmış haşa!

Ya da işin içinden sıyrılıp şükürden ve ibadetten kaçış için canlılara ilahlık biçmişiz. Ama ne traji komiktir ki doğal denge bozuluyor diyerek ayaklanmayı bilmiş, ancak kendinin ilahı olduğunu tasdik ettiğimiz canlıları koruma işini biz üstlenmişiz. Cahiliye devrinde kendi yaptığına tapan ve sonra temizleyen insanlar gibi bir surete girmiş, sebepleri ilah etmiş kendine faydası olmayan atomlara, hücrelere akıl biçmişiz. Ahzab Suresi 72. Ayette Rabbimiz buyurduğu gibi çok cahil ve çok zalimmişiz. Ne ettiysek kendimize etmiş nimete şükürsüzlük etmiş, misafirhanedeki görevimizi idrak edememişiz. Demek ki

ilahi vahiy rehbersiz anlaşılamazmış. Bir emir, bir de emre âmâde Resulullah var önümüzde bin bir intizama işaret eden surette. Her biri vesilesiyle şükrü istiyor Rahman bizden, istemeli de. Biz bu kainat sahibinin nimetlerini görmezden gelsek, emirlerine kulak tıkasak, yaveri olan Peygamberin yaşantısını tatbik etmesek; bizi bu misafirhaneden ne surette alır yanına hiç düşündük mü?

Nasıl ki kanunsuz bir yerde dahi, uygun olmayacak bir halde davransan mekan sahipleri ceza keser ve bedelini isterler. Aynen öyle de bu dünya misafirhanesinde verilen görevlere karşı isyan edene de buna göre bir ağırlama yapılacak ötelerde… Düşün ey nefsim! Sen neredesin? Daha yolun çok başındasın ve hala türlü musibetlere rağmen ısrarla günahlarda ve ev sahibine isyanlarda mısın? Yoksa yaşadığını din zannedip aldanışlarda mı ?

(1)Risale-i Nur | Sözler | On birinci Söz


 
 
 

Comments


Tanıtılan Yazılar
Daha sonra tekrar deneyin
Yayınlanan yazıları burada göreceksiniz.
Son Paylaşımlar
Arşiv
Etiketlere Göre Ara
Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page